İş Hayatı ve Çalışma Kültürü

Bir süredir kültürle ilgili bir şeyler yazasım vardı. Çalışma kültürü rahat olur ondan başlayayım dedim. Ama yazdıkça yazdım. Siz atlaya atlaya okursunuz artık. 

Takdir edersiniz ki Avustralya’yla Türkiye’yi karşılaştırıyoruz. Karşılaştırmaları yaparken de pek tabii kendi deneyimlerime ve özellikle Avustralyalıların söylemlerinden yola çıkan çıkarımlarıma yer verdim. Dolayısıyla bilemediklerim veya sektörel olarak farklılaşan şeyler olabilir (danışmanların çalışma saatleri demeye çalışmışımdır). Ama yine de sektör bazlı olarak değerlendirirseniz Türkiye-Avustralya farkı yine görülebilir bence.

Sözü uzatmayayım ve başlayayım.

Pozitif bir şeylerden konuşmak

Tam olarak işle alakalı değil ama Avustralya’yla Türkiye’yi karşılaştırdığım her an bu örneği veriyorum ve yine vereceğim. Gelelim ne demek istediğime. Özetle haftasonunun ertesinde işe gitmişsinizdir ve haftasonunun nasıl geçtiğinden konuşuluyordur.Türkiye’de negatif şeyler duymak çok mümkün. Yok efendim her yerde trafik vardır, yine hiç bir şeye zaman yetişmemiştir, her yer çok doludur, ne olacak bu ülkenin halidir falan. Avustralya’da böyle bir şey duymak katiyen mümkün değil. Aman efendim haftasonu ne güzel geçmiştir, şu şu restoranlara gidilmiştir, denize girilmiştir, trekkinge gidilmiştir, en kötü evde süper relaxing bir haftasonu geçirilmiştir. Ama kesin çok güzeldir. Hakikaten de güzeldir. Söylemiş olmak için değil de gerçekten öyle hissedildiği için söylenir. Türkiye’de tabi ki herkes her an kötü hissetmiyor ama kültürel olarak sürekli nasıl iyi hissettiğinizden ya da iyi şeyler yaptığınızdan bahsetmek sanki biraz ayıp gibi. 

İyi değil müthiş olmak

Bana ilkokulda “How are you” sorusuna “I’m fine, thank you, how are you” diye cevap vermem öğretildi. E tabi yıllar sonra, Avustralya’da, bir toplantıya giriyorum, soruyorlar bana nasılsın. Ben de diyorum ki “I’m fine” ya da “good” yani, o tatta bir şeyler. Ama demez olayım, bir “ay neyin var noldu, git eve dinlen” demedikleri kalıyor. Sadece fine olmanız nerdeyse kötü olduğunuz anlamına geliyor, kapıyı en az “pretty good”dan açmanız lazım. Sonra da “pretty amazing, fantastic”e kadar yolu var. Demem o ki birisi bana nasılsın diye sorunca geriliyorum. Ne diyeceğimi şaşırıyorum…

Bu “iyi” yalnızca nasıl hissettiğinizle alakalı bir kavram değil üstelik. Misal birinin yaptığı bir işe yorum yapacaksam da iyi olmuş demeye çekiniyorum. Minimum “great”ten başlıyorum.

Hastayken işe gitmek

Üniversitedeyken bir ara kuş gribi mi domuz gribi mi, hafiften ciddice bir salgın vardı. Bu sıralarda bir hocamız hasta olan birisi üzerinden sınıfı azarlayıp hastaysa niye geliniyor, herkesi hasta edecek diye söylenmişti. O ana kadar böyle bir konseptin varlığından haberdar değildim açıkçası. Benim için olay hep “bak hasta ama okula/işe gelmiş, nasıl da çalışkan” idi. Okul ve iş hayatında belki tek tük istisnalar hariç bu hastayken çalışılmasının bir erdem olması konsepti kendini korudu. 

Peki Avustralya’da hastayken işe giderseniz ne olur? Sizi kovarlar. Yani ofisten kovarlar. Yani şöyle olur. Derler ki neden hastayken geldin, bizi de hasta edeceksin, eve git. Ya da misal birini şöyle konuşurken duyabilirsiniz: “Geçen gün bilmem kim hastayken işe geldi, inanamıyorum böyle bir şeyi nasıl yapar, herkesi hasta edecek hiç mi düşünmüyor”. Ya da mesela azıcık hastasınız ve çok da bir şeyim yok ya diyip işe gittiniz. İnsanlar sizin hasta olduğunuzu gördü. İki gün sonra ofisten biri hasta oldu. Şunu duymaya hazır olun: “Senden kaptı galiba…” Yani neymiş? Hastayken işe gitmiyormuşuz.

Çalışma saatleri ve mesai

En sevdiğim bölüm. Uzun uzun yazacağım. Artık Avustralya’daki çalışma şartlarına alıştım ama arada Türk beynim devreye giriyor ve bu konuya hala şaşırır, eğlenirken buluyorum kendimi. Ne demek istiyorum hemen açıklayayım. Burada birinden mesaiye kalmasını, çalışma saatlerinden fazla çalışmasını isteyemezsiniz. İSTEYEMEZSİNİZ. Ha arada çözmeniz gereken bir şeyle karşılaşırsınız belki bir tık daha fazla çalışırsınız ama bu öncelikle kendi insiyatifinizdedir ve ekstra çalışsanız da bu çok uzun süreli değildir. 

Kendimden örnek vereyim. Çalışma saatlerimiz 9-5. Eğer o gün 6’ya kadar çalıştıysam diyorum ki bugün de çok çalıştım. Eğer iki gün üst üste 6’ya kadar çalıştıysam diyorum ki iş-özel hayat dengemi bozuyorum, iş bekleyebilir, kendime stres yaratmamam gerekirdi. 

Hemen başka örnekler de vereyim. Geçen gün işten biriyle konuşuyorum, kendisi haftada üç gün part time olarak çalışan biri (burada baya doğal bir şey). Projeler çoşmuş bir anda, çok çalışıyormuş bu ara. Bana da anlatıyor işte böyle böyle her şey bir anda sıkıştı, müdürümle konuşacağım, son üç haftadır her gün 6.30’a kadar çalışıyorum. Gerçekten 6.30. Ve ben de aşırı hak verdim. Gerçekten hak verdim. Çünkü her gün 6.30’a kadar çalışmak çok saçma. 

Bir de duyduğum bir konuşmayı anlatayım. İş çıkış saatine yakın Emel, Ayşe’den ertesi günkü müşteri toplantısı için bir iş istemiş. Ayşe de yarın bakarım demiş ama Emel toplantı 9’da diyerek yapar mısın demiş. Ayşe de müşteri toplantısı diye yapmış ve normalde 5.30’da çıkması gerekirken bu işi yapmak için 6.30’da çıkmış. Ve ertesi gün Ayşe olayı Fatma’ya anlatıyor ve Fatma da Emel’in bunu isteyememesi gerektiğini savunup bence müdürünle konuş, Emel’e feedback versin diyor. İsimler değiştirilmiş, fakat bunun dışında hikayede bir değişiklik, özellikle saatlerde hiç bir abartma yoktur. 

Demem o ki eğer önemli bir iş varsa önceden istenir ya da bütün işler önceliklendirilmez ya da bazı işler ertelenir ya da ekibe biri daha alınır. Ha çok önemli bir iş var (misal bir yer yanıyor, insanlar aç kalmış) ve illa çözülmesi mi lazım o zaman da iş istenir ama seksen kere özür dilenir. 

Hazır buradayken bir de mail atma saatlerine deyineyim. Geç saatte mail atmak bir tık ayıp. Hadi biri mail attı diyelim ama kimse sizden iş saatleri dışında cevap vermenizi beklemez. Ha sürekli geç saatlerde çalışıp mail atan biri misiniz, o zaman insanlar neden bu çocuk bu saatte mail atıyor diye arkanızdan konuşacak, dalga geçecek ve sizi ayıplayacaklar, hazır olun.

Yükselmek istememek

Bunu da benim Türk beynim anlayamıyor. İlla bir yükselmek istemez misin, ya da yani daha çok para kazanmak? Birine daha yüksek bir pozisyon önerildiğinde hayır demesi ne bileyim biraz şey değil mi? Ama burada “ben sorumluluk almak istemiyorum”, “yaptığım işten memnunum ve terfi etmek istemiyorum”, “iş arkadaşlarımı seviyorum, işimi niye değiştireyim ki”, “daha az para kazansam da daha rahat edeceğim bir işe geçeceğim” çok normal söylemler. Dışarıdan aşırı kafa rahatlığı gibi gözükebiliyor ama pek gelecek kaygısı olmayınca ve hayattan/işten aldığın keyfe odaklanınca bu söylemler çok normal oluyor.

Teşekkür etmek

Kendimce kibar bir insan olduğumu düşünüyorum ama burada öyle bir teşekkür etme kültürü var ki kibarlığım, teşekkürüm asla yetmiyor. Avustralya’daki ilk işimde müdürüm mail atarken eğer teşekkür edebileceğin varsa teşekkür ederek başla diye taktik vermişti sağolsun. Karşındaki kişinin bir işi yaptığına, bazı bilgileri gönderdiğine, toplantı için sana zaman ayırdığına, ha hiç mi bir şey bulamadın varolduğuna teşekkür ederek başlayabilirsin mesela. Tamam tamam belki varolduğuna teşekkür etmiyorsun ama vallahi billahi mail attığı için teşekkür ediyorsun.

İş arkadaşlarınla her şeyden konuşmak

İş yerinden yakın arkadaş edinmek mümkün. İş dışında arkadaş olmak da. Burada demek istediğim olayların gelişimi. Türkiye’de iş arkadaşı olduğunuzun 3. günü, ilkokul öğretmeninin adından, babasının nerede askerlik yaptığına, sevgilisiyle ilk buluşmasında nereye gittiğinden en sevdiği renge kadar her şeyi biliyor olursunuz. Ha tamam çok önemli değil en sevdiğin rengi bilmesem de olur ama azıcık yan kübikteki gürültücü kızın* ya da diğer ekibin çatlak müdürünün* dedikodusunu yapaydık.

*Karakterlerin gerçek kişi ve kurumlarla ilişkisi olmayıp tamamen hayal ürünüdür. 

Aylık akbil ve diğer yan haklar

Tam olarak kültür sayılmaz ama iş çatısı altında değineyim bu konuya da. Burada öyle yemek fişi, yemekhane, servis, akbil, özel sigorta, müdürlere araba yok. Maaş paketi ona göre dizayn edilmiştir herhalde galiba sanırsam. Ha maaş artışı da düzenli olarak yapılır diye bir kural yok. Enflasyon alıp başını gitmediği için her sene maaş arttırmak da gerekmiyor muhtemelen.

Bir de izinler. İzin süresi konusunda bir İsveç değiller ne yazık ki. Senelik dört hafta izin var ama yetmiyor. Bir yurtdışına gideyim desen zaten iki haftası yolda gidiyor. Şöyle üç beş savaş yapıp ülkelerini kurtarmadıkları için resmi tatiller de o kadar yok. Ama ne var, hastalık izni var. Sadece ben kendimi iyi hissetmiyorum diyerek o gün işe gitmeyebiliyorsun. 

Wellbeing önemli

Tekrar ediyorum wellbeing önemli. Üstlerinin temel sorumluluklarından biri senin fiziksel ve mental wellbeing’in. Yani kendini nasıl hissettiğin sorusu, falanca projede gelişme var mı sorusu kadar doğal bir soru ve işten daha öncelikli bir konu.

Şunu ekleyeyim, bence Türk kültüründe daha fazla samimiyet var ve iş arkadaşlarınızla ya da müdürünüzle sıcak bir ilişkiye girebiliyorsunuz. Buradaysa insanlar ay canım Selin, sen benim bir tanecik arkadaşımsın, ondan nasıl hissettiğin benim için çok önemli gibi bir yerden nasıl olduğunuzla ilgilenmiyor. Daha çok kültürel bir şey. İnsan olarak iyi olmayı hakediyorsun ve bu işten daha önemli gibi bir yaklaşım var. Ve zaman zaman Türk kültüründe mental ve psikolojik olarak kötü hissetmek önemsiz görülebilirken burada öyle değil. Fiziksel olarak kötü hissetmekle aynı öneme sahip. 

Ben/biz kültürü

Bu konu şirketteki bir workshopta konuşulana kadar tam anlayamamıştım. Türkiye’de yaptığın/yönettiğin bir işle ilgili konuşurken ben de şunu yaptım bunu yaptım diye konuşursan böyle biraz ne bileyim kendini beğenmişlik gibi gelmez miydi? Ya da “ben bu fikrin işe yarayacağını düşünmüyorum” demek açık açık mesela. Ondan yapılanlardan bir ekip olarak bahsetmek “biz şunu şunu yaptık, böyle düşünüyoruz” gibi mantıklı gelirdi. Burada ise insanların “biz şöyle şöyle yaptık” gibi bir şey duyduklarında kafası karışıyormuş. “Siz” kimmiş? 

Yaptığın her iş için takdir edilmek

Sürekli bir takdir bir teşekkür. Yani minicik bir iş yapmışsındır, hemen çelenkler çiçekler, defterine beş yıldız, nerdeyse kırmızı halı serip karşılayacaklar. Misal geçen yüksek seviyelerden bir abla beni övüyor, aman da ne kadar fantastik bir analiz yaptın. Abla üç aydır uğraşıyoruz daha da sonuca bağlayamadık ne fantastiği. Ama sen öyle diyorsan öyle olsun. Şaka şaka, hoş bir his takdir edilmek ama tabi alışmak zaman alıyor… 

Bu arada bu söylediklerim yanlış anlaşılmasın. Öven ve teşekkür eden bir kültür olmasının yanında açık bir kültür. Söylenmesi gereken bir şey hem alta hem üste açıkça söylenebiliyor. Ama genelde kişi değil, iş odaklı feedback verildiği için yumuşak bir süreç oluyor.

Bürokrasi

Genel bir pozitif konuştum ama tabi zaman zaman insanı çileden çıkaran şeyler de olmuyor değil. Özellikle bürokrasi ve bir işten 85 insanın sorumlu olması ve hızlı karar alınamaması bileklerimi kesmeme sebep oluyor. Misal kendi sorumluluk alanımda bir projeye başlayabilmek için 3281 farklı ekiple toplantı yapıp 2169 kişiden onay almamalıyım bence. Ama tabi bir çok insanın söz hakkı olunca ve herkesin fikri de değerli olunca hadi çat diye şehrin ortasına kanal yapayım deyince de yapamıyorsun. Öyle bir tarafı da var.

Not: Avustralyalı erkek arkadaşıma yazdığım maddeleri anlatırken kanal örneğini o verdi. Şimdi çalıp çırpma olmasın…

Bonus: İşten çıkıp sörfe gidilir mi? Evet gidilir. Yaz günlerinde gün uzun, çıkarsınız işinizden sörfünüze yüzmenize gidersiniz. Hatta isterseniz işten önce de gidersiniz. 

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close